28 Temmuz-05 Ağustos
Maçahel- Kaçkar zirve- Pokut –Çat

Hey gidi Karadeniz; İstanbul´da yaşayan bizler bu lafı çok duyar ve meraklanırız içten içe “efkarla bu sözün söylenmesi nedendir” diye.
Kimimiz meraktan, kimimiz yayla yaşantısını görmek, kimimiz bunaltıcı İstanbul sıcağından kaçmak, kimimiz ise zirve tutkusundan Trabzon´a giden uçakta bulduk kendimizi.
Trabzon Havaalanına iner inmez Bukla´dan rehberimiz Okan´nın bizi almasıyla, doğuya doğru Karadeniz sahili boyunca ilerleyerek gezimiz başlamış oldu. Doğunun tam da sınır bölgesine yakın Maçahel bölgesindeydik. Yeşilin göğe ulaştığı bu yerde; her yer yemyeşil. Akşam Dede Ena pansiyonuna yerleştik. Pansiyon sahibinden Maçahel´in ne anlama geldiğini de öğrendik. Gürcüce “geç yetişen meyve” demekmiş. Ben bu ismi yıllar önce duyduğumda yurtdışında bir şehir sanmıştım. Daha sonra bu yerin Karadeniz´in en doğusunda bir bölge olduğunu öğrendiğimde ise şaşırmıştım.
Neredeyse 14 saat yoldaydık ve kirli, nemli, sıcak İstanbul havasından sonra tertemiz, bol oksijenli bir yerdeydik. Odamızın kapısından dışarı balkona bir adım attığımızda kendimizi yeşilin ve bulutların ortasında buluyorduk. Bir de akıp giden su sesi, yakında kuraklığın yaşanacağı bir ülke olacağımızı düşündürmekte zorluyordu bizi.
Sabah ki yürüyüş için erken kalkmak gerekiyordu ki zaten bol oksijenli bir yerde insan fazla uyuyamıyor, kısa bir uyku çekmesi yetiyor. Yöreye uygun sabah kahvaltısından sonra 1.700 mt yükseklikteki Gorgit yaylasına gitmek üzere harekete geçtik. Patikadan başlayan yürüyüşümüz yerini orman içi yürüşüne bıraktı ve 4 saat sonunda da bir dere kenarına vardık. Bu kadar çok terleme sonunda kendimizi buz gibi derenin içinde bulduk. Öğle yemeğini burada yedik. 1 saat yürüyüş sonunda Gorgit yaylasına varmıştık. Yeşil bir göl hayal edin; yaylayı gördüğümüzde işte birden kendimizi o gölün içinde hissettik. Her taraf yemyeşil ve etrafta terkedilmiş birkaç yayla evi var. Biraz ileride ise vadi içine gizlenmiş Maral şelalesini gördük ve sonra sıkıcı bir inişe başladık. Başlangıç yerimize geldiğimizde toplam 7 saat yürüyüş yapmıştık.
Ertesi gün yayladan sonra zirveden manzara seyretme zamanıydı. Sabah erken kalkıp çantalarımızı toplayıp iyi bir kahvaltı ettikten sonra batıya doğru harekete başladık. Gezimiz Karadeniz´in en doğusunda başlamıştı ve batıya doğru ilerleyerek devam ediyordu. Maçahel bölgesinden çıktıkça artık bitki örtüsü de değişiyordu. Önceleri denizdeki gel-gitler gibi göğe ulaşan ağaçların, yeşilliklerin boyu artık kısalıyordu başka bölgede bu yeşiller tekrar kendini gösterecekti.
Yol boyunca değişmeyen bir şey vardı; akan dereler. Borçka üzerinden Yusufeli`ne oradan Barhal´ı geçerek Hevek’e vardık. Yolda bu kadar vakit geçirdikten sonra öğle yemeği vakti geldi. Burada yediğimiz pideler vakitsiz piştiğinden olsa gerek pek lezzetli değildi. Yemek sonrası Olgunlar´dan Dilberdüzü´ne doğru hareket ettik. Vadi içi bir saat yürüyüş sonunda 2.400 mt yükseklikteki Nastaf yaylasındaydık. Bu yükseklikteki çeşmeden aldığımız su ile yola devam… Yol boyunca yanımızdan akan derenin kimi yerleri Ağustos sıcağına rağmen hala karlarla kaplıydı. Dereden akan su sesi eşliğinde 2.900 mt deki kamp alanımızdaydık. Tatlı ismini andıran Dilberdüzü’ndeydik ve yazın sıcağında bizleri serinletmesi de üzerimizde tatlı etkisi yarattı. Bütün gün devam eden 8 saat araba yolculuğu ve 2,5 sat yürüyüşümüz sonunda bu kamptaydık. Ertesi gün ise zirve günüydü.
Sabah 04:00´da kalktık ve zirve için hazırlandık. 05.00´da grupla birlikte zirve için harekete geçtik. Dik bir yokuşla başlayan yürüyüşümüz kimilerimizi bezdirse de sabah 07:00´da güneşin doğuşunu seyretmek ve 3.400 mt´deki Deniz gölünün çevresinde kahvaltı etmek “iyi ki buradayız” dedirtti. Dünyada bu yükseklikte bulunan ikinci gölün kenarında kahvaltı ediyorduk, daha ne olsun. Kahvaltı sonrası yukarı doğru yükseldikçe deniz gölü tüm çeperiyle kendini göstermeye ve bu yükseklikteki büyüklüğünü belirtmeye başlamıştı. Saat 10:00´da zirvedeydik ve deniz gölü de tüm ihtişamıyla ayaklarımızın altındaydı 3.937 mt yükseklikten manzara müthişti. Kimileri bize “zirveye niye çıkarsın” diye sorar ve bunun altında hep mistik duygular aranır ama işin gerçeği öyle değil. İşte bunun için zirvedeyim; yükseklikten manzaraya bakmak ve buna da çaba harcayarak ulaşmak. Asansörle gökdelenin tepesine çıkıp “hey İstanbul” demek yerine terleyerek, güç sarf ederek Karadeniz´in zirvesine çıkıp “hey Karadeniz” demek. Bizde de güneşli bir zirvede bunu dedik, ama aşağı inerken yağan dolu bize cevap verdi. Yaz mevsimi dahi olsa yükseklikte olduğunu unutma dedik kendi kendime. Dağ kazalarının hep inişte yaşandığını düşünerek dikkatli bir şekilde inişe başladık. Çıkış ne kadar zevkli ve hedefe yönelik ise, iniş de o kadar eziyetlidir ve sonu gelmez bir zaman boyutundaymışsınız gibi uzadıkça uzar. Beş saatte çıktığımız zirveyi daha kısa zamanda inmemiz gerekirken yine beş saatte indik. Kamp alanımızın bir lüksü ise yanı başında akan derede yıkanma zevki. Maşrapayla vücuduma soğuk suyu döktüğümde tüm yorgunluğum da vücudumdan akıp gidiyordu. Banyo sonrası güzel bir uyku ile ertesi günkü Lanetleme Geçidi yürüyüşümüz için bedenimizi hazırlamak gerekiyor. Sabah erken uyanmaya alışmıştık artık. Saat 07:00´de Olgunlar´a, yürüyüşümüze başladığımız noktaya inmeye başladık. İki saat sonunda Olgunlar’da çay içerken bulduk kendimizi. Dinlenme ve mola derken tekrar 11 saat sürecek yürüyüşe başladık. Bir saat sonunda Dobe yaylasındaydık. Buradan kısa bir mola ile 3.100 mt deki Lanetleme Geçidine doğru hareket ettik. Bizim burada ikinci geçişimiz olacaktı. Daha önceki geçişimizde olduğu gibi burada gene kötü hava kendini gösterdi. Güneşli bir havada şortlarla başladığımız yürüyüşümüze yağmurluk giyerek ve eldiven takarak devam ettik. Bu geçit sonunda 2.850 mt.de Karadeniz gölü bizi karşıladı. Karadeniz´de çekilen her sıkıntının sonunda, ödül gibi muhteşem manzaralar bizi karşılıyordu. Burada da Karadeniz gölü bu işi üstlenmişti. Göle girmek için yanımıza mayolarımızı almıştık ama bu soğuk karşısında keşke polar pantolonlarımızı alsaydık diye de iç geçirdik. İkinci kez bu göldeydik ve ikinci kez de giremedik. Belki bir daha ki sefere diyerek Yukarı Çaymakçur´a doğru inişe devam ettik. Buradaki bir eve konuk olduk ve gönül yaşı 25 olan yaşlı teyzemizin güzel ayranını içtik. Minibüsün bizi beklediği yere geldiğimizde toplam 11 saatlik yürüyüşümüzü tamamlamıştık. Minibüs ile artık turistik bir yer olan Ayder yaylasına geldik. Dağın sessizliğinden şehrin gürültüsüne inmiş gibi olduk.
Ayder´e gelip de tulum eşliğinde horon çekmemek olmazdı. Bukla Oberj´de arkadaşlar bize enerji veren danslarını gösterip bir kez daha “iyi ki buradayız” dedirtti.
Ertesi gün Pokut Yaylası bizi bekliyordu, artık çok sözü geçen bu yaylayı görme vakti gelmişti Unimog´lara binerek Pokut Yaylasına doğru hareket ettik. Çinçiva´yı ( Bugünkü adı Şenyuva) geçerek Pokut´a doğru yükseliyoruz. Yolda yükseldikçe arabadan kafanızı çıkarttığınızda, boşlukta bulutlar arasında asılı gibi hissediyorsunuz. Yükselmeye devam ettik ve ilk önce Sal yaylasında durduk. Burdan Pokut´a yürüyerek geçmeye karar verdik. Bu kadar güzel bir yaylayı görmeden geçemezdik. Ayaklarımız yukarıya, manzaranın güzelliğine doğru bizi çekti. İsveç Alplerindeki gibi güzel yerler kendi ülkemizin kuzeydoğusunda bulunuyordu ve biz bunu yeni öğrenmiştik. Sal´dan orman içi patika yoluyla Pokut´a geçtik buraya geldiğimizde ayrı bir hayranlık yaşadık. Rehberimiz Okan bize kalacağımız yerleri gösterdiğinde sanki bulut üstünde bir odayı bize veriyor gibiydi. Yerlerimizi öğrendiğimizde odalarımıza geçtik, camı açtık, mis gibi hava vardı ve bulutlar yanımızdan geçiyordu. Onlara bu kadar yakın olmak, zaman zaman bulutların bizim altımızda olması insana Araf´ta olduğu hissini veriyordu ama bu sefer geçiş hakkını insan kendisi kullanıyordu.
Pansiyonunda kaldığımız aile; daha önceleri yol yokken at ile yüklerini taşıtıp kendileri de 9 saat yürüyerek Pokut yaylasına gelirlermiş. Bu güzellikte bir yayla için saatler süren yürüyüşe değer diyorum ve bir gece kaldığımız Pokut yaylasından ayrılıp Fırtına vadisine doğru iniyoruz. 15 mt yükseklikteki Palovit şelalesini görmeden geçmeyelim diyoruz. Dere boyu yürüyüşümüz sonunda tüm hırçınlığıyla akan Polovit şelalesi karşısındaydık. Dönüşe başladığımız yolda büyük bir kayanın arkamızdan düşmesi bizi burada görmek istemeyen hayvanların olduğunu düşündürdü.
Yola devam edip Çat´a vardık ve odalarımıza yerleştik. Çat’ın meşhur muhlamasını yedikten sonra Elevit yaylasına doğru hareket ettik Yok Yok bakkaliyesini gördüğümüzde Elevit yaylasındaydık. Diğer Karadeniz yaylalarına göre bozulmuş olsa da yine de şahsına münhasır haliyle bizi dinlendirdi. Akşam tulum da oynayan arkadaşlar enerjilerini boşalttılar..
Ertesi gün Karadeniz´de göreceğimiz son yayladaydık Verçenik 3.710 mt yükseklikteki bu yaylada bizi dağ eteğine sığınmış gibi duran göller karşıladı. Daha önce de dediğimiz gibi eziyetli yollar sonunda Karadeniz bizlere hediye olarak göllerle süslü güzel manzaralar sunuyordu. Burada da göl kenarında oturarak öğle yemeğimizi yedik ve aşağıya indiğimizde son günümüzün ödülünü Halil abimiz bizlere çiğ köfte yaparak verdi. Karadeniz’de çiğ köfte; işte kültürlerin geçişi ya da kültür dalgalanması diye ben buna derim.
Ertesi gün uçuşlarımızın geç saatte olması nedeniyle; uçak saatine kadar bir başka atraksiyon düşündük: Fırtına deresinde rafting. Muhteşem tatilin bitmesine gönlü razı gelmeyen arkadaşlar ile “durdurun zamanı” demek istercesine rafting yapmaya karar verdik. Suda kayıp giderken tüm yorgunluklarımızı da derede bıraktık ve uçağa bindik. Yine gökyüzündeydik ama bu sefer bedenlerimizin gücü ile değil de insan beyninin gücü ile…