Fransızları hep ukala olarak düşünmüşümdür; bu önyargım, hem oraya gidenlerin hem de orada yaşayanların söylediklerinden oluştu.
2002 yılında Paris´i görmüştüm fakat nedendir bilmem, o gezimde Fransız kültüründen bu seferki Provence gezimde olduğu kadar etkilenmedim. Gerek yemekleri, gerek şarapları gerekse peynirleri, her şeyleri kesinlikle kaliteli ve doğası muhteşem, insanları güzel ve 6 gün beni etkilemeye yetti.
Pazar günü 06:20 uçağıyla Roma aktarmalı Marsilya´ya uçtum; 12:30 gibi Marsilya´daydım, otobüse binip ( 7,20 €) Aix en Provence gittim, otelim Aquabella´ya da yürüyerek gidip otele yerleştikten sonra, bölgeyi keşfetmek için dışarı çıktım. Meydana geldiğimde pazar kurulmuştu. Pazar yerinde lavanta kokulu sabunlar ve bu bölgede yetişen pek çok şey satışa sunulmuştu. Çocukluğumdan beri pazar gezmekten hoşlanan biri olarak buradaki pazara da daldım ama bizdeki pazarlar gibi “gel abla gel” diye bağıran kimse yoktu. Bölgede lavanta çok yetişen bir bitki olunca kokular, sabunlar, yağlar lavanta aromalı oluyor. Pazarı tamamlayınca kendimi dar sokaklara attım; labirent gibi sokakların birine girip öbüründen çıktım.
Sokaklarda caz müzikleri çalan sokak müzisyenleri ve barok binalar arasında yürümek bana farklı bir mekanda olduğumu hissettirdi. Her yolculuğumda, ilk gün farlı bir ülkede olduğumu hissetmek bedenen mümkün olsa da kimi zaman ruhen o bölgeye girmek, oraya ruhu da taşımak mümkün olmuyor. Yoğun bir şehir yaşantısını bırakıp uzaklaşmak her zaman zor oluyor. Ama bu sefer sakin bir kasabaya gelmiştim ve hayattan zevk alan insanların oluşturduğu bir enerjinin ortasındaydım. Bundan etkilenmemek mümkün mü ? Ruhumu da buraya taşıdım ve hiçbir şey düşünmeden sokaklarda dolandım.
Bir yerde kalabalık varsa, orada ne satılıyorsa güzeldir düşüncesiyle pizza bekleyenler kuyruğuna ben de girdim ama gerçekten pizza çok güzeldi. İtalya´da bile bu kadar güzel pizza yememiştim. Gün daha bitmedi. Arkadaşımın gelmesine de daha vakit vardı. Şaraplarıyla ünlü Fransa´da kırmızı şarap içmek için bir restoranda oturdum; kırmızı şarapla birlikte aperatif geldi. Şarap gerçekten güzeldi; bizdeki fiyatla da kıyaslanınca bu kaliteye bu fiyat şerefe dedirtiyor insana. Otururken gelip geçen insanlara baktım. Dünyanın en iyi terapisidir gelip geçene boş boş bakmak. Hele ki bilmediğiniz bir yerdeyseniz. Ben de öyle yaptım ve bu bölgede kesinlikle çirkin insan olmadığının kanaatine vardım. Ayrıca şıklar ve bu kadar güzel yemeğin olduğu bir ülkede zayıf kalabiliyorlar. Güne erken başlayınca yorgunluk insanın üzerine şaraptan sonra çökmeye başlıyor. Ben de otele gidip uyumaya karar verdim. Arkadaşım, uçağı kaçırınca gece geldi.
Ertesi gün otelime çok yakın yerde bulunan Cezanne´nin stüdyosuna gittim. Dış kapıdan bahçeye girdiğimde cır cır böcekleri hiç durmadan ses çıkartarak gelenleri karşılıyordu. Stüdyosu hiç bozulmamış; orijinal halini hala koruyor. Cezanne´nin tablolarını hatırlarsanız, meyve resimleri ön plandadır. İşte o meyvelerin tamamı o stüdyoda sergileniyor. Tablolarındaki objeler yerlerinde duruyor, burada bulununca aslında resim yapmak için ilhamı beklemeye hiç gerek olmadığını düşünüyor insan. İlham, kimi zaman olmayan bir şeyi hayal etmemizi sağlar ve onu çıkartır. Oysa burada her şey gerçek olarak çevrenizde var, sadece yeteneğin bunu tuvale döktürmesi yeter. Bir bakıma fotoğraf ressamlığı yapmak gibi. Cezanne´nin resmettiği lavanta bahçeleri, St.Victoire dağının eteklerinde resim yap diye bağırıyor. Bence Cezanne, kendisini çağıran doğanın sesini duyup resmeden bir ressam. Bu bölgede bir tek Cezanne´in çıkması ise garip. Böyle bir güzellikte, insan düşünmeden edemiyor, insanın bilinçli olmasından çok, bilinçaltıyla yalnız kalıp yaratmaya hazır olduğu böyle huzurlu bir ortamda daha fazla sanatçı çıkmalıydı.
Akşam yemeği için arkadaşımla restoranda ( Les Deux Garçons- 1792 yılından beri ayakta ) buluştum, 219 yıldır hizmet veren bir restorandaydık. Deniz mahsullerinden oluşmuş bir salata ve kırmızı şarap sipariş verdim. Şarap için söylenecek söz yok; tek kelimeyle muhteşem, salata da bir öğün yemek gibi, sosları da tam yerinde; ne çok fazla ne az.


Ertesi gün, Fransa tatil ( 14 Temmuz 1789- Bastille day), ben öğleden önce Cezanne ´nin, Picasso´nun ve diğer 19 yy. ressamlarının eserlerini görmek için Granet Müzesine ( Giriş 4 € ) gittim. Buraya gelmişken görülmesi gerekli diye düşünüyorum. Öğleden sonra ise Fransızlar, Cumhuriyetlerini kutlamak için yollara düştüler. Ben de Cezanne´nin tablolarına ilham olan Sainte Victoire Dağında trekking yapmak için otobüse bindim ( 1 €- saat 15:15-otobüs bir sabah birde öğleden sonra vardı ) Turist ofisten dağın trekking haritasını aldım; kimi zaman turuncu, kimi zaman kırmızı, kimi zaman da siyah olabiliyor bazı rotalar. O günün hava durumuna göre bu durum değişebiliyor. Hava güzel olunca günü turuncu olarak belirlemişler, yani her rotada yürüyebiliriz. Otobüse yürüyüş için binenlerin şoförle konuşmalarını merak ettim ve bir çift ile konuşunca yürümek için bazı bölgelerin uzun sürdüğünü, bu durumda dönüş otobüsünü kaçırabileceğimizi ve kısa yolu tercih ettiklerini söyledi. Ben de yalnız başıma yürümenin tehlikeli olabileceğini düşünüp beraber yürümeyi teklif ettim. Sonra kuzey bölgede inip yürümeye başladık. Aslında kısa diye tercih ettiğimiz yolun dik ve zorlu olduğunu fark ettik ama artık fikir değiştiremezdik. Başladık tırmanmaya. Yol boyunca yürüyüş yapan insanlar inmeye başlıyordu, herhalde diğer rotadan başlayıp buradan inişi seçiyorlardı. Bir kişi de biz çıkarken hızlıca inip daha sonra da bizim yanımızdan çıkmaya başladı. Beraber yürüdüğümüz arkadaşlar bu kişiyle konuştuklarında idman için bu dağa geldiğini ve gün boyunca 4 kez inip çıktını söyledi. Güzel bir idman, ne diyelim bizim ilk çıkışımız henüz, mis gibi kokular eşliğinde yürüyüşe devam ettik. Zaman zaman mola verdiğimizde güzel manzara bizi karşılıyordu. Paul Cezanne´nin tablolarında dolanıyor gibiydik. Tırmanırken başımızı tepeye çevirip baktığımızda bir kilise görünüyordu. Bu kiliseye 2 saat yürüyüşle ulaştık. Sıcak yaz gününde bile burası esiyordu. Kilisenin bahçesinde oturup bir şeyler yedik, tepeden aşağıya baktığımızda Sezar´ın lafı geldi aklıma “Geldim,gördüm,yendim”. Paris´ten gelen arkadaşlar için ise bu onların Cumhuriyet yürüyüşleriydi. Normalde Bastil day´de kraliyet önünde yapılan bu yürüyüşü, onlar St. Victoire dağın huzurunda yaptılar. Dönüş için aşağıya, inişe geçtik. İnişlerde her zaman daha dikkatli olunması gerektiğini düşünüp yolumuza devam ettik. Dönüş otobüsüne de binip ( 1€ ) kasabaya döndüm.

Her zaman ki gibi arkadaşım beni restoranda bekliyordu. Bu bizim buradaki son günümüzdü. Fransız yemeklerine doyamadan gitmek istemedim. Deniz mahsulü yemek sipariş verdim. Yanındaki beyaz şaraba söylenecek laf yok. Mehmet Yaşin´in dediği gibi damağımı çatlatan yemeklerdi.
Cuma günü, buradaki 6. Günümdü. Son günü alışverişle geçirdik. Labirent sokaklar, altıncı günün sonunda artık çözülmüştü. Gitmek istediğimiz dükkanları hemen bulabiliyorduk, arkadaşım buraya daha önce de geldiği için çikolatalarıyla ünlü dükkana doğru yol aldık. Vitrinden bakınca çok davetkar gözüküyorlardı. Biz çikolata sipariş verirken oldukça toplu bir bayan makaronlara ( Fransızların, dışı gevrek içi yumuşak yuvarlak tatlıları ) iştahla bakıp 10 tane sipariş verdi. Ben de bakınca, kesinlikle çikolatalısını ve karamellisini denemelisin dedi, tatlılara bakınca gözlerinin içi parlayan bir kişinin önerisini hemen dikkate alıp ben de 2 adet makaronlardan aldım. Ben İstanbul´da makaron yemiştim ama böylesini gerçekten yemedim, tek kelimeyle muhteşem.
Sıra geldi şarap alışverişine. Bölge, roze şaraplarıyla ünlü ve yürüyüş yaptığım arkadaşlar, bu bölgenin roze şaraplarını denemem gerektiğini söylediler. Neredeyse her sokakta şarap satan bir dükkan bulunuyor. İçersine girdiğinizde hepsinin tadını merak ediyorsunuz. Fiyatlar 3 €’ dan 200 €’a kadar değişebiliyor. Pahalı şarapları da görünce, insan bu şarabın ağızda bırakacağı tadı ve keyfi merak ediyor. Nerdeyse uçak bileti fiyatındaki bu pahalı şarapları almayıp sadece merak etmekle kaldım. Kim bilir, belki bir gün bir yerde deneriz. Ben 1 şişe roze şarabı, 2 şişe de Bordo şarabı aldım. Fiyatları tabiî ki 5 € üzerini geçmedi.

Cloitre Saint Sauver katedralinden aşağıya indiğimizde meydana küçük Pazar yeri kuruluyor. Buradaki peynirler çok çekici. Ben rokfor peynirine bayılırım. Kimileri kokusunu sevmese de ben tadını, ağızda bıraktığı lezzeti severim. Tam da bu peynirin üretildiği yere gelmişken bu peynirden aldım. Ayrıca top top keçi sütünden yapılmış, çeşitli otlara bulanmış peynirler de al beni diyorlardı. Yeşil soğana bulanmış olanından 1 tane aldım, tadı kesinlikle muhteşem. Ağzınızda eriyip gidiyor, sonunda ise güzel bir tat bırakıyor. Alışverişlerimizi tamamladık. Altı günde, Aix-En Provence; gerek doğası gerek yemekleri gerekse güzel şarapları ile beni büyüledi. Büyülenmek isteyenler, ne duruyorsunuz ucuz Marsilya bileti ile yolculuğa başlayın.